12 Şubat 2020 Çarşamba

Johnny Got His Gun (1971)

Bu film aslında, biraz kuru kalmış beyinlere, hamasi söylemler aracılığıyla yaklaşıldığında, o güruhtan insanların buna nasıl kolayca kanıp, her türlü ayartılabildiğini gösteriyor. Tüm o zafer ve şan vadeden propagandanın içine enjekte edilerek topluma yutturulan coşkunun, arkasında yatan yegâne gerçeği mesela. Ki az şey değil. Üslubunu öylesine incelikle ayarlıyor ki; şüpheye yer bırakmayan bir beceriyle, sembolizmi bu savaş karşıtı biçemin içine zarafet ve kararlılıkla oturtabiliyor. Cesur bir film bana kalırsa.

Filmin yönetmeni Trumbo’nun önemli bir avantajı var. Onunla birlikte bu yapıma, Luis Bunuel de fikren omuz vermiş. Bunuel’in hayal gücünün, filmin etkisini katbekat arttırdığı bariz bir şekilde belli. Onun mahareti, kendi sahnelerini tasarımlarken sürrealist (gerçeküstü) imgeleri hikâyenin içine doğallıkla karıştırabilmesinde; bir öngörü veya ona göre ideal olan şey bu. Hiçbir mantıksal ya da estetik kaygısı olmayan bir akımın öncülerinden kendisi.
   
Filmin öyküsü, protest bir yaklaşımla tavrını net bir şekilde belli ediyor sana ve eğer seyretmeye karar verirsen sadece bir film seyredecek olmaktan daha fazlasına bulaşmış olduğunu bilesin. Savaş karşıtı ve çok sert bir militarizm eleştirisi çıkacak karşına. Aklın romantik ideallerle yoğrulmuşsa, bu filmi kaçınılmaz olarak, kafandaki o önyargının etkisinde kalarak, belki de yadsıyacaksın. Ya da tam tersi bir etkiyle bazı şeyleri sorgularken bulabilirsin kendini. Şimdiye dek hep doğruluğuna inandığın değerleri mesela.

Öyle bile olsan, daha ilk dakikadan itibaren kendini filmin başkarakteri Joe ile özdeşleştirmen sürpriz olmaz. Muhtemelen, onu fazlasıyla naif bulanlar tarafında değilsindir. Hiç sorun değil.

Joe, ülkesi adına kazanılması elzem olan bir savaşta –tüm duyurular böyle diyor çünkü- bir yurttaş olarak kendisine ihtiyaç duyulduğuna yönelik söylemleri ve bildirileri görmezlikten gelemiyor. Bunun açıklaması bir yandan kolay ama öte yandan hiç de öyle değil. Militer ideoloji, açlığının çok büyük bir kısmını, muhtaç olduğu genç ve vatansever bireylerin vicdanlarından, onların saf inançlarından beslenerek giderir. Yurtseverlik telkinleri o kadar yoğundur ki içinde bir mecburiyet duygusu hissetmediğin takdirde, bir anda vatan haini olarak yaftalanmış ve toplum dışına itilmeye çalışılan biri olarak bulabilirsin kendini. Diğer yandan, o yurdun yurttaşları içinde, dönem itibarıyla ülkesini yöneten iktidarı kendi bedeninin yasal sahibi olarak gören insanların olması da muhtemel bir gerçektir. Böyle düşünen insanlar da var elbette. Joe tam olarak öyle olmasa da savaş hakkında bildiği fazla bir şey olduğu söylenemez. Hayatında doğru giden, onu mutlu kılan şeylerden uzak. Kritik açmazların içinde ve bir kısmı hayati önemde. Ayrıca o kadar genç ki savaşın sadece kahramanlık payesi kazanılarak çıkılan bir oyun olmadığından bihaber.

Kendisine aşık olan kızın, savaşa gitmemesi yönündeki ısrarlı baskılarına rağmen kafasının dikine hareket edebiliyor mesela. Siyaseti yalanlarla parlatarak kullananların dolduruşuna gelen herkes gibi, Joe’da hiç çekinmeden asker üniformasını sırtına geçiriyor ve böylece hakkında fazla bir şey bilmediği bir savaşa kendini teslim etmiş oluyor.

Filmin buraya kadar olan kısmı bir nevi olacaklara ön hazırlık gibi.
   
Bu yarı cehaletle cephenin ön saflarına giden Joe, savaşı öylesine korkunç deneyimliyor ki; insanın düşmanımın başına vermesin dediği türden bir bahtsızlığın içinde buluyor kendini. Başkarakterine karşı bu kadar acımasız ve hatta mazoşist bir anlatımı tercih eden Trumbo, bu tercihiyle, Joe’yu söz dinlemez ve fevri davranışlarından ötürü, layığını buldu işte, dedirtecek bir cezalandırmaya tabi tutuyor sanki. Aslında asıl derdi, savaşın kendisi!

Küçük bir siperin içinde, çevresinde vızıldayıp uçuşan mermilerden ve patlayan bombalardan sakınmaya çalışan Joe’yu, büyük bir talihsizlik neticesinde tam yanı başına düşen bir top mermisi yakalıyor ve kelimenin tam anlamıyla onu buduyor. Bundan sonrasıysa sanki bir kâbus gibi. Genç yaşta kendisini bir yatağa mahkum olmuş halde, kolları ve bacakları korkunç bir şekilde parçalanmış olarak buluyor Joe. Her ameliyatta organlarından birini kesip atıyorlar. Gitgide iğdiş edilen bir bedenin içine, kör, sağır ve dilsiz bir halde ama berrak bir zihinle hapsoluyor. Çene kısmı tamamıyla parçalanıp koptuğu için, beslenmesi sadece damar yolu üzerinden karşılanmak zorunda kalınıyor. Konuşması söz konusu bile değil; kolu, bacağı kesilirken attığı çığlıkları kimse duymuyor.



Tüm vatanseverliğiyle kendisini emanet ettiği ordunun önde gelen subaylarıysa bambaşka bir sayfada; onun hiç acı hissetmediğini ve bitkisel bir yaşam sürdüğünü düşünüyorlar ve ilaç enjeksiyonuyla yaşamına son vermemelerinin tek sebebi: ileriki günlerde, benzer hadiseler olduğunda, onlara emsal olabilecek araştırmalar sayesinde öğrenilecek şeyler olması, yani bir nevi laboratuvar faresi statüsüne indirgenen bir yaşam.

Hayli korkunç bir tasvir. Film boyunca, Joe’nun bu bedenden çaresizce kurtulmaya çalışmasını izliyorsun ve bir bakıma senin de kafesin haline geliyor bu süreç. Sıkıntı değil. Onun derdinin yanında seninki ne ki?

Bu kasvetli kurtuluş öyküsünü, izleyeni sıkmadan ve merakı sürekli kılarak anlatabilmenin sadece karakterin düşlerinde gezinerek göstermek olduğunu düşünmüş Trumbo. Bu yöntem, aslında filmin öyküsüne işlerlik kazandırmış. Tüm duyularından yoksun kalmış bir askerin yaşadığı gerçeği ve onun bu gerçeği idrak etme aşamasında yaşadığı zorlukları ancak düşlerine kaçış yoluyla aşabileceği hatta derdine çare olacak bir aklın arayışına girme savı bence öyküye çok yakışmış. Luis Bunuel’in vizyonu da öyküyü tam bu noktada devralıyor ve huzurlu bir kaçış yeri olması beklenen o düş alanı, gitgide daha depresif bir sarmala dönüşüp, Joe’nun gerçeklikle olan bağını iyice zayıflatıyor.



Bu düşlerde babasıyla olan ilişkisi de çok değişken. Onlardan birinde, gezici bir panayır işletmecisi olarak oğlunu bir ucube gibi sergilemeye çalışırken görebiliyorsun; küçük atlı arabasının üzerinde, para karşılığında, onu görmeleri için insanları çağırıyor. Bir başkasında ise çok şefkatli ve koruyucu bir figür olarak çıkabiliyor karşısına.

Hatta Nasıralı İsa bile bu düşlerde sıkça karşısına çıkıyor Joe’nun. Onda aradığı şeyse ruhsal bir dinginlik falan değil; bir iletişim uzmanına danışır gibi içinde bulunduğu duruma bir çare üretmesini istiyor. İnsanlarla iletişim kurabilmenin yolunu arıyor çünkü. Onunla ilgilenen bir hemşireyle de nihayetinde başarıyor bunu. Gerçekten enteresan.

Sen şimdi; dur bakalım, ben bu filmi Metallica’nın o meşhur “One” şarkısının klibi olarak hatırlıyorum, diyebilirsin. Doğru söylüyorsun, o şarkı “Johnny Got His Gun” filminden etkilenilerek yazılmış çünkü.

Vaktini ayırıp izlersen kesinlikle pişman olmayacağın fakat seni mutlu bir sonla da buluşturmayacak bir film bu, bilesin.   

  

20 Aralık 2018 Perşembe

The Man Who Wasn't There (2002)

Hani bir söz vardır; su akar yolunu bulur, derler. Biliyorsun değil mi? Ya biliyorsundur ya da bir yerde duymuş olman gerekir. Gerekmez tabi de, yani ihtimal dahilindedir demek istiyorum.

Her neyse, ne anlama gelir peki bu söz? Galiba, bir işin peşini hiçbir tecrübe ve birikim olmadan ısrarla takip etmek anlamına geldiği söylenebilir. Doğruluğu tartışılır tabi ama eğer bu mantık düzleminde kendini belli bir yere hiç konumlandırmadıysan eğer, aklına esip de, hadi şu buz pistine çıkıp ben de biraz kayayım diyebileceğin bir zemin değil bana kalırsa. Kaldı ki yaşamının her anını, sıradanlık kapsamında bir umursamazlık halinde geçiriyorsan, o atasözünün içerdiği anlamın sende ki mantık alanında ilerleyeceği bir yol zaten yoktur.

Yine de buna rağmen denemeye karar verdin! Tıpkı Ed Crane’i tutan kaşıntı benzeri bir karıncalanma senin ruhunu da yakaladı. Haydi, geçmiş olsun. Neden mi? E bilmiyorsun; bilemezsin çünkü bu mantığın yaşadığı muhite yabancısın ve sonuçta apışıp kalacaksın.

Niye yabancısın ve niye sonuç senin için muhtemel bir felaketin kapı zili melodisine eğrilecek biliyor musun? Bu biraz yapınla alakalı. Kafa yapından, yani meseleleri anlama ve umursama halleriyle ilgili olan, seni sen yapan karakter düzeneğini kastediyorum. Kendini daima meselelerin özünden uzakta ve sanki DIŞINDA hissediyorsun. Orada kalmayı seviyorsun.

Ed Crane’de o sevdanın sözde mensuplarından biri olarak, öylesine boktan bir çıkmazın içine paldır küldür yuvarlanıyor ki sorma gitsin.


Yazının girişini iyi veya kötü, kırıp dökmeden atlattım sayılır ama sana başka bir şey söyleyeyim. Benimle alakalı ama yazıya da hizmet eden küçük bir ayrıntı sadece. Ne zaman bir filmin başına geçip otursam şuna çok dikkat ederim. Eğer ki o film, tüm süresi boyunca başkarakterinin iç sesiyle beni muhatap ediyorsa, genellemeyeyim ama bilirim ki o karakterin film boyunca genel tavrı muhtemelen her şeyin olabildiğince dışında kalmak olacaktır. Ciddiyim. Buna belki bir öngörü de diyebilirsin veya hadi be, kendi kıçından bozma kıstasları güzelim filmlere ataşla tutturup konuyu olduğu gibi bozuma uğratıyorsun da diyebilirsin. Yapacak bir şey yok. Ben buyum işte.

Sözünü ettiğim tavrın, yani her şeyin dışında kalma tercihi üzerinden gidersek, e bunu başarabilen vardır veya bu konuda tüm isteğine rağmen sonsuz beceriksizlikte olanı da…

Öncelikle, her şeyin dışında kalmak nedir; benim bundan anladığım nedir -belki de anlayışım başlı başına anlamama engel oluşturan bir bariyerdir, olur mu olur bak, bunu da kabul ediyorum- sana bundan bahsedeyim.
    
Şimdi; nedir “dışındalık”?  Sakın şöyle anlama; hani içten pazarlıklı ve sinsi bir insanın şüpheci hallerine yatkınlık ya da gizli niyetleri olan ve –mış gibi davranmayı kendisine şiar edinmiş insan müsveddelerine benzer ve tabiî ki biraz burnu büyük kesimin bireyleri. Yok, aman diyeyim. Bu değil. Daha farklı bir şeyden bahsediyorum.

Nedir o?

İnsandan çok hayata karşı alınmış bir tavrın sakin ve ılımlı donukluğunu ve bunun ötesinde, coşkunun sadece ense tüylerinin kabarmasıyla yaşandığı (evet, böylesine gösterişsiz) ve bu halleri üzerinde taşıyan bireyden daha çok karşıdaki insanda uyandırdığı intiba yüzünden, su üstünde yüzen bir yağ tabakası yüzeyselliği çerçevesine indirgenerek anlaşılmaya çalışılan ve dahası bu anlayış üzerinden mantığa yerleştirilip kabulü onanan bir hali sana tarif etmeye uğraşıyor ya da evet, bunu yapmaya yelteniyorum. Sonuçta yapmaya çalıştığım şeylerin her ikisi de epey zahmetli işler (tabi ya, inanılmaz yorucu, kolumu kıpırdatmaya mecalim kalmadı) ama tarif ettiğim bu hali dikkatle incelersen eğer benim “dışındalıktan” anladığım şeyi de görmüş olacaksın.
    
Yaşamının her anında seçtiğin tercihler ne kadar önemli ve hayatîyse, “dışındalık” diye tanımladığım ruh hali için de aynı şey geçerlidir aslında. Çevrende olup biten tüm olayların ve doğal akışın dışında kalmayı seçmek bir tercihtir. Önemli midir? Aslında “dışındalık” o niteliğin de dışında kalmak anlamına gelir çünkü yaptığın şey öneminden ziyade basitçe her şeye karşı kendi tavrını yeğlemektir. Yani, “orada olmamayı” –tırnak içinde çünkü bedensellikten ziyade zihinsel soyutlanmadır anlatılmak istenen- seçmektir asıl olan.
 
Ve evet, sinemada bu hal genellikle ekrandaki adamın iç sesine atfen kondurulan, sanki bir başka benliğin asıl karakter üzerinden meşru kılınması şeklinde sunuluyor. Bana öyle geliyor. Sen hiç dikkat ettin mi bilmiyorum. Yine de genelleme yapmamakta fayda var.



Gelgelim Ed Crane'in bu "dışındalık halinin, tavrının ya da tercihin neresinde olduğu da biraz muamma! 

Ed, bir berber. Kaynının berber dükkânında ikinci koltuğun sorumlusu. Baş berberin yardımcısı yani. İşini lâyıkıyla yapan biri ve zamanının tüm saç modellerini neredeyse gözü kapalı kesip ortaya çıkaracak kadar maharetli de üstelik. Takdire şayan bir yanı daha var: konuşmayı pek sevmiyor. Bu bir sorun mu? Yo, neden olsun? Aksine, benim açımdan alkışlanacak bir tutum. Zaten kaynı tüm gün hiç susmadan konuşuyor ama Ed bunu da fazla önemsemiyor. Sadece saç kesmekle meşgul o.

Fakat çevresinde ne olup bittiğiyle fazla alakadar olmayan tiplerde olan şey gün geliyor Ed’i de yakalıyor. Ne ki bu? Elbette arayış. Mana arayışı. Kafasının içindeki düşüncelerle meşgul olan veya tek meşgalesi bu olan birinin, bir sabah aniden, sıkışmışlığın pençesine yakalandığını kabul eden bir memnuniyetsizlik haline uyanmasıyla başlayıp daha sonra da bu durumu değiştirecek seçenekleri bir an önce bulma telaşı içerisine girmek, bu ne olabilir; mesela, enine boyuna düşünüp taşınmadan, önüne düşen ilk ve sıradan bir planın parçası olabilmek adına, yoğun bir çaba içine girme aceleliği diye düşünebilirsin aslında.
  
“Orada Olmayan Adam” özelinde, tam da bu noktada konu biraz çetrefilleşiyor. Zaten Coen kardeşlerin ustalığı da burada gizli. Tüm bu anlamsızlığın içinde debelenen yalnızca kendisiymiş gibi, memnuniyetsiz bıkkınlığını giderecek bir arayışa, farklı bir şeylerin arayışına kendini adayarak, neticesinde birdenbire her şeyin değişeceğini zanneden birini yakaladıklarında, hayatın içindeki saçmalıkların içinde dolaştırıp, neredeyse bir kişinin üzerinden herkesin hayatının birtakım saçmalıklar silsilesiyle dolu olduğunu gösteriyorlar.

Ed Crane’de hayatını kendi rutini içinde sürdürürken, saç kesmenin anlamsızlığına takılıp, bir kısır döngünün kapanına yakalandığını hissetmeye başlıyor ve küçük bir gazete kupüründen esinlenerek, berberliği bırakırsa, sadece tek ortaklı başka bir iş kurabileceğini düşünmeye başlıyor ve bu düşüncesi bir bakıma, kendi hayatıyla beraber başkalarının hayatını da kökünden değiştirecek birtakım aksiliklerin önünü açmış oluyor. Mana, yavaş yavaş dibine doğru kaydığı bir bataklık gibi onu ve yakınındakileri yutuyor, yok ediyor.
         
“Dışındalık” haliyle çelişen bu arayışın kendi adına tamamıyla boka sarması bir yana, bir de üstüne karakterini biçimlendiren söz konusu tavrı sanki bir kartvizit gibi üstünden hiç eksik etmemesi, onu, adalet sistemi ve onun çarklarını döndüren memurlar nezdinde bir hayli tekinsiz ve tehlikeli bir tip modeline sokuyor.



Bu yüzden, görünümündeki “dışındalık” haline rağmen, bu hal ve tavra ters düşen tercihlerini de düşündüğümde, Ed’i deminden beri anlatmaya çalıştığım bu kavramın içine illâ sıkıştırmanın çok da doğru olacağını düşünmüyorum.

Filmin kendisinden ziyade kavramın doğasından bahsettiğimin farkındayım ama bir düşünsene, yani kavramdan bağımsız, ondan tümüyle ayırarak baktığında bu adama…

Geriye kalan kimdir?

Yani gerçekten, nedir bu adam?

Nasıl bir adamdır?
  
Belki inanmayacaksın bana ama mantıklı sorular bunlar zira filmin bir-iki yerinde bizzat kendisine de soruluyor bu soru:

“Sen ne tür bir adamsın böyle?”

Bu soruya onun da bir cevabı yok. Olmadığı için değil belki de kendisi de bilmediği için. Aslında jüri önündeki savunmasını bir tür kayıtsızlık manifestosu şeklinde sunabilecek kadar kendini tanıyan birisi o.

Ha, bu konuşma yakasını belâdan kurtarır mıydı?

(dudaklarımı birbirine yapıştırıp sonra da iki yana büzdüğümü varsayar mısın lütfen.)

21 Eylül 2018 Cuma

A Ghost Story (2017)


Diyelim ki; diyerek başlayayım…

Hâlbuki sadece benim tahayyülüm olacak bu. On beş kişi hep bir ağızdan ortak bir şey söyleyecek değiliz… değilim… saçma bir giriş kelimesi oldu. Beğenmedim. Düzelteyim.

Diyeyim ki;

Yanında durduğun kişi ansızın uzaktaki birini işaret ederek derki: Onun ruhu yaralı!

Bakarsın işaret ettiği insana… Bitkin, ağır adımlarla yürüyen, omuzları düşmüş, ellerini yanlarında mı tutsun cebine mi soksun kararsız ve aslında çok sıradan biri… Daha dikkatli incelediğinde bu kişi kederli de görünür sana, epeyce melânkolik ya da… Yılgınlığı ise ayrı muamma, hani neredeyse bedeninden dışarı taşan bir geleni kabullenme durgunluğu. Ve o beden aslında bir nevi kamuflâjı olmuştur; tesir alanı içerisinde, bir başkasının gözünden görülebilen ve bazen hissedilebilen, kendinden başkasını dışarı iten, hani o onarılamaz ve vuruntulu duygunun. Beden sadece deri ve kemikten ibaret bir elbisedir bu duygu için artık.

Ve elbiseye değil, ona bakmaya başlarsın. Görmek zorunda bırakır seni çünkü.
     
Sonra düşünürsün. Evet, o haklı. Bu duygu, öylesine kupkuru bir bedenden yayılıyor olamaz. İmkânsız bu. Yani bir baharatçı dükkânına girdiğinde üzerine yağan bir kokular bombardımanı olur ya, ha işte ona benzer bir şey bu. O kadar kesif bir berraklıkta ve karşında işte, daha ne söylemeliyim bilmiyorum.

Onaylamaktan başka bir şey gelmez elinden: Evet, onun ruhu yaralı.
   
Peki, şimdi de şunu bir düşün: bedeninden sıyrılmış bir ruhun ortalıkta dolaşıp durduğunu görüyorsun  –dur irkilme hemen-  doğal tepkimeler vücudunda derhâl kontrolü ele alıyor ve seni kontrolsüzlüğe doğru sürüklemeye başlıyor. Nedir bunlar? Hiç tartışmasız, korkudan her iki yoldan da altına kaçırıyor ve bilumum yerlerindeki her bir tüyün senden kaçmak istercesine dikilmesine engel olamıyorsun. Dişler istemsizce takırdıyor vesaire…

Tüm bu rutin aşamaları bir bir başarıyla yerine getirdikten sonra korkusuzca ve yalnızca onu gözlemlemeye başladığında, kafanın üzerinde bir ampul parlamaya başlıyor ve bu ampulün parlaklığı da giderek artıyor. Anî gelen böylesine bir ışıldamanın sebebi acaba: bu ruhun mevcudiyetinin içeriğindeki keder ve melânkoliyi, evvelden belki sadece hissedebilirken, şimdi gözünün önünde izleyebilmenin şaşkınlığıyla, ‘bu denli saf bir umutsuzluğu ve çaresizliği kendi şekliyle hiç görmemiştim ulan’ farkındalığından kaynaklı watt biriminin değeri yüzünden olabilir mi? 
  
Eğer öyleyse bu anlatmaya değer bir hikâye olur. Yahu kafanın üzerinde farazî bir ampulün yanıyor olmasını kastetmiyorum; tamam gerçi o da tuhaf bir öykünün konusu olabilir, ben diğer şeyden bahsediyorum. Ümidi kalmamış bir çaresizlikle, var olmayla olmama arasında kalan, hala hatıralarına ve sevgisine bağlı kalmaya meyilli bir varlığın öyküsüne atlamaya çalışıyorum. 
  
Daha birkaç ay önce, kendi ruhumla alâkalı olarak, (yakolabiterse’de) onu yarısı boşalmış bir dondurma kabına benzettiğim kısa denilebilecek bir yazı veya belki de bir beyanname yazmışken, içinde bir hayaletin dolaştığı hayli depresif bir filmin yorumuna bulaşmak ne büyük bir tesadüftür veya ne kadar saçma bir lâfazanlıktır değil mi? Yani bu bilgiyi sana belirtiyor olmak, diyorum. Allahtan alışıksın(dır) diye umuyorum; önceki yazılara aşinaysan hani…

“A Ghost Story” bir hayalet filmi evet ama yazan ve yöneten arkadaş da biraz insan beyninin algı bobinlerini hiç tereddüt duymadan, parmak uçlarıyla küçük küçük dürtüklemiş. Neden? E çünkü ekranda gördüğünde ne kadar uyduruk veya yadırgatıcı görünürse görünsün, ‘beyaz çarşafa bürünmüş hayalet’ görüntüsü herkes için kabul gören bir imgelemdir. Bu imgelemi zihinlerden çıkarıp son derece karanlık (yaklaşım bakımından) bir filmin ana imajı haline getirmekse başlı başına cesaret isteyen bir hamledir. Öyle.


Gerçi bu hamleyi geçerli sayılabilecek ya da inanılırlığı bir yere kadar kabul görülebilecek bir mantık üzerinden geçerli hale getiriyor Lowery. Bir paragraf yukarıda tanıştığın yani bu filmi yazıp ve yöneten imgelemci dostumuz oluyor kendisi. Ne yapıyor peki? Şöyle:

Seni alıp bir hastane morguna götürüyor ve sen içeriyi hemen bir kapı ağzından görüyorsun. Tanışalı henüz ilk çayının son yudumunu aldığın an kadar bir zaman geçmiş olan başkarakteri, sedyede boylu boyunca cansız yatarken görüyorsun. Üzeri beyaz bir çarşafla örtülmüş. Karısı başında ona bakıyor. Şaşkın ve biraz şokta haliyle. Kocasının yüzünü yine örtüyor ve çıkıp gidiyor oradan. Kimse fazla kalmak istemez.

Sonra uzun bir süre aynı açıdan içeriyi izliyorsun. Adamın cansız bedeni sedye ya da benzeri bir şeyin üzerinde duruyor. Bekliyorsun. Cansız beden. Üzeri çarşafla örtülmüş. Bakıyorsun. Ölmüş işte. Hala izliyorsun. E bu ne ya, derken – adam kafasını kaldırıyor. Sonra da doğrulup oturuyor. Bu sırada çarşaf üzerinden kayıp gitmiyor tersine kafasının hemen aşağısından kendiliğinden uzuyor. Anlatım bakımından gayet güzel verilmiş küçük bir ayrıntı. Yönetmen bu uzun plânla, adamın dirilmediğini, birdenbire kalkıp oturanın onun ruhu olduğunu anlamamızı istiyor. Beyaz çarşaf da güya onun son kıyafeti olmuş oluyor.

İyi de bundan sonra son ve tek kıyafeti olacak bu çarşafla karakterin duygu geçişlerini vermek nasıl mümkün olacak? Sorun olabilecek bu pürüzü de düşünmüş olmalı ki çarşafın yüz kısmına gözleri temsil eden iki küçük yırtık yerleştirmiş David Lowery. Bu sayede hayaletin duygusal geçişlerini, gözü simgeleyen o karanlık yırtıklar üzerinde değişen ifade farklılıkları sayesinde akılcı bir yolla vermeye çalışmış. Peki, olmuş mu? Bence gayet iyi olmuş.

Uzun plânlar filmin birkaç sahnesinde mevcut. Kocasının ani ölümünün şoku içerisindeki kadının, mutfak zeminine oturup getirilen koca tabak turtayı yemesi ve yönetmenin kesme yapmadan, kalça hizasına sabitlenmiş bir kamerayla, bu sahneyi olduğu gibi çekmesi filme ne gibi bir katkı sağlıyor tartışılır. Psikolojik dağılmanın eşiğinde olan birini resmetmektir belki niyeti; bu bilinmez ama sahne yaklaşık dört dakika civarı sürüyor. Filmin tarzına biraz yapıştırma kaçmış bir poltergeist (kendiliğinden hareket eden nesneler fenomeni) sahnesi de var.

Lowery’nin söylemek istediği çok fazla şey var. Filminde bunu hiç çekinmeden açık ediyor zaten. Çevre duyarlılığı bunlardan sadece biri. Bir parti sırasında mutfak masası çevresine toplanan gençlere uzun bir monologla konuşma yapan adam üzerinden de düşüncelerini paylaşmış. O da hayli etkileyici ve geveze bir sahne. Zamanı bir kavram olarak kötümser bir bakış açısıyla tanımlayıp, neredeyse kusursuz örnekler üzerinden harikulade bir üslupla anlatıyor bu adam ve filmin temelini oluşturan dayanağın ta kendisi aslında zaman.

Bedeninden ayrılan her ruh evine döner mantığından hareket ederek, sade bir anlatım tutturmaya çalışan “A Ghost Story” ilerleyen süresi boyunca seni hayaletin zaman algısına adapte etmeye başlıyor ve bunu da kısmen başarıyor. Onunla birlikte zamanda ve tarihte atlamalar yaşamaya hatta onunla hiç alâkası olmayan ama yaşanmış bazı olayların tanığı olmaya başlıyorsun. Bu sahnelerin dramatik yapısını, filmin tonunu biraz daha kara film düzeyine çeken müziklerinin de katkısıyla çok başarılı bir biçimde kurmayı başarıyor Lowery.

“A Ghost Story”nin müziğini yapan Daniel Hart, anlatılmak istenen şeyi anlamayı biraz daha kolaylaştıran, sağlam parçalar bestelemiş. Beni çok sarmayan bir iki tane pop parçası dışında film içinde ve harici olarak dinlemek büyük keyif. Özellikle “Thesaurus Tuus” kulaklıkla defalarca, defalarca, defalarca, defalarca ve defalarca…

Daha fazla ayrıntısına girip filmi senin için sürpriz olmaktan çıkarmak niyetinde değilim. O yüzden bu yazı bu kadar.
  
Ha son bir şey daha!

Kadın o evde artık yaşamak istemediğine karar verdikten sonra ayrılmadan önce ardında bıraktığı “şey” senin bir hayaletle empati kurabilmeni kolaylaştıran önemli bir detaya dönüşüyor ve hikayenin bağlandığı noktada içinde oluşan o his…    

31 Aralık 2017 Pazar

The Island (2005)

bir spoiler fırtınasına daha hoş geldiniz canımlar!

ve yine bir "ne terbiyesiz bir kişisin sen insanoğlu" filmi, görebilene/görmemek için kırk takla atmayana tabii..

hepimiz filmi izlediğimize göre direkt dalıyorum efeem.. bir kişiye yedek parça gerektiğinde kullanılabilsin diye üretilen klonlanmış insanlar, filmde product/ürün diye anılıyorlar.. yedek parça neden gerekir? kişi ölümcül bir hastalıktan muzdarip olabilir, o organı yenisiyle veya sağlamıyla değiştirdiğinde ölüm tehlikesini (o seferlik) atlatmış olur.. ya da kozmetik sebeplerle yedeğini kullanması gerekebilir, yeni ve genç bir cilt için mesela.. peki o organ klondan alındığında klonun geri kalan bedeni ne olacak? çöp tabii ki.. zaten klonunu yaptıran kişi multimilyoner ve hemen fırına yenisini atmalarını isteyebilir, bir yılda klonlar olgunlaşıp kullanıma hazır hale geliyorlar nasıl olsa..

filmde scarlett johansson'un canlandırdığı jordan two delta zavallısının kullanılma zamanı geldiğinde, öğreniyoruz ki klonun sahibi olan asıl kişi trafik kazası geçirmiş ve çoklu organ nakline ihtiyacı var.. haliyle scarlett abladan gerekli parçaları alıp, gerisini de hoop çöpe şandelleyecekler.......di.. tabii ki lincoln six echo abimiz olaya uyanıp da bu sistemin büyük saçmalık olduğunu görmeseydi..

bu arada, bu acayip isimlerle gerçek dünyaya çıktıklarında, barmenle bir tanışmaları var ki :)))) çok güldüm izlerken :))) 

neyse.. kısacası, ölüm-kalım meselesi durumlar için kendi başına doğmamış olan, asıl kişiden alınan hücrelerle klonlanan yedeklerden bahsediyoruz burada.. ve kahramanlarımız gerçekten kahramanlık yapmaya başladıklarında bunun yanlış olduğunu, klonların da hislerinin olduğunu, başkası yaşasın diye klonların öldürülmesinin kabul edilemez bir durum olduğunu anlatmaya çalışıyorlar herkese.. ve filmi izleyen herkes de bu fikre katılıyor, bu iki tip arkalarındaki kötü adamlardan kaçmaya çalışırlarken, izleyiciler içlerinden ya da bazen de sesli şekilde "koş! koş!!" diye onlara tezahürat yaparak ellerinden geldiğince yardım etmeye çalışıyorlar..

film boyunca gerçek insanların argümanları şöyle sıralanabilir:
- sen benim gibi değilsin
- sen insan değilsin
- sen gerçek değilsin
- seni dünyaya ben getirdim, o halde bu dünyadan gönderebilirim de (öldürmek diyoruz buna cicim)
- ben yaşamak istiyorum.. nasıl olduğu umrumda değil.. bunun için kimin öldüğü umrumda değil..

yani gerçek insanlar filmdeki kötüler grubumuz..

bir de bu kloncuklara yardım etmeye çalışan, başkası yaşasın diye onların öldürülmelerinin etik olmadığını savunan, sistemin içinde var olan ama buna rağmen içi rahat olmayan birkaç kişilik bir  insan grubu da var.. bunlar ne diyor? bir tek şunu:
- biftek yiyenler ineğin öldürüldüğünü bilmek istemezler..

merhabaaa.. işte burada sadece bir film izlemediğimizi, aslında gerçek dünyada olup biten zulmün bir benzerini izlemekte olduğumuzu, ve bu ana kadar da o zulümden yani başkasının çıkarı için karşılaşacağı mutlak ölümden kaçmaya çalışan kurbanın tarafında olduğumuzu biir bir fark ediyoruz.. dikkatli bir izleyici bunu çok daha önceden fark etmiştir tabii, ama laylaylom modunda "film bakan" kişi için köprüden önceki son çıkış işte burasıydı..

ben buraya filmi anlatmaya gelmedim herhalde, di mi? film bitince iki yıldır sınıf dolusu öğrenciye şunu soruyorum:


şimdi bu klon fabrikasının yerine bir mezbaha koyun, klonların yerine de kesilmek için üretilen hayvanları, asıl insanların yerine de et yiyen insanları..

deyin bakalım çucuum, halen biraz önceki gibi olaya dışardan bakabiliyor musunuz? yani tarafsızca?

hem de filmdeki müşterilerin (aka asıl insanlar) gerekçesi daha geçerli, canlarının derdine düşüyorlar, ölmemek için klonlarının öldürülmesine sebep oluyorlar.. ve genelde bir müşteri, hayatı boyunca bir, hadi bilemedin iki veya en çok üç klonun kanına giriyordur..

peki ya siz çucuum? nedir mezbahadaki hayvanların öldürülmesinin sebebi? hanginizi ölüm döşeğinden alacak et yemek? sen her gün veya iki günde bir, bir öğün hamburger/köfte/döner/et/tavuk yiyebilesin diye o hayırsız hayatın boyunca kaç hayvanın kanına giriyorsun? hiç hesap etmeyi akıl ettin mi? zaten bunu düşünmeye, hayal etmeye cesaretin var mı? bu katliamdaki gerçek payınla yüzleşmeye?

daha uzatmayayım.. zira bu gerçeği, o masumların yaşadığı dehşeti düşündükçe üzülüyorum..

biraz önce (umarım) birçoğunuzun kafasına sokabildiğim soru işaretinin yanına bir tane de örnekçik eklemeden bitirirsem içime sinmeyecek.. bkz. bundan çok da uzun olmayan bir süre önce zencilerin köle olarak kullanılması gayet normaldi, şimdi eminim ki bir önceki satırdaki zenci sözcüğü bile birçok kişinin tüylerini diken diken etmiştir.. offensive (türkçesi:saldırgan) bulunan bir sözcük çünkü.. bu tarihi gerçeği dillendirmek şöyle dursun, zenci bile diyemiyoruz rahatça.. çünkü o yıllarda yapılan zulmün affını sağlamak mümkün değil, üstelik bu insanları öldürmek değil, sadece karşılıksız çalıştırmaktan, yani yüksek gelirli her ailenin zaruri ihtiyacı olarak evde bulundurmaktan bahsediyoruz burada..

bakalım hayvanların da duyguları olduğu, kesilme sırasını beklerken korkudan gözleri pörtlemiş halde, kaçacak yeri olmadığı için korkudan dehşet yaşadığı gerçeği insanlığa dank ettiğinde bunun affını sağlamak için ne yapacaklar?

değişim her zaman toplu halde yaşanmaz, bireysel düzeyde verilen kararlarla toplum daha kökten ve sağlam değişir..

lütfen uyanın.. lütfen.. bu yaşanan katliam çok saçma..


7 Ağustos 2017 Pazartesi

20.000 Days on Earth (2014)

Seyrederken düşünmeden edemiyorsun: “tüm gördüklerim sanki kafasının içinde mırıldanıp, sayıklayan bir adamın günlüğü…

Neyi neden yaptığı hakkında kesin bir şey söyleyemeyen (belki de söylemek istemeyen) bir adamın kendisini aşağı yukarı tarif etmesi;

Ya da bunun için çabalıyor görünmesi üzerine…

Uyandırılmaya ihtiyaç duymayan… (saat zırladığında zaten gözleri uzak bir yere bakmakta)

Kendisine olan tavrını geçen yüzyıldan netleştirmiş; takvimin dokuzlu rakamlara gelip dayandığı, o milenyum manyaklığının hemen öncesinde, insan olmaktan vazgeçmiş. Terk etmiş o mizacı. Bir yerde soğukkanlılıkla itiraf ediyor. Demek, yaranın üzerindeki bir kabuk gibi-güneş yanığından kızarmış ve pul pul kalkmış ölü deri gibi (aklına gelen varsa, söyle); soymuş atmış üzerinden o benliği.

“uyanıyorum, yazıyorum, yiyorum, yazıyorum, televizyon izliyorum”

-dan ibaret rutini… aslında bir insana oldukça yakın ama o kendisini daha çok bir yamyamla özdeşleştiriyor. Bu kazanda en çok karım pişiyor demesiyse haliyle fizyolojisinin gereği. İronik bağlamda elbette; benzeşimi, aklının içiyle alâkalı, yoksa karşında bir Hannibal Lecter yok. Yine de karısına karşı olabildiğince âdil. Susie’ye, zalimce bir şefkat barındırıyor içinde ya da ben çok abartıyorum. Ne dersem diyeyim, sonuçta adamın aç bir dimağı var ve doyurulmaya ihtiyaç duyuyor.

Bugün onun yirmi bininci günü.


Bekleme odasında sırasını bekliyor. Elindeki deftere bir şeyler karalıyor. Sayfalar zaten dolu. Kocaman memeler, bacaklar ve kıçların arasındaki boşluklara spiraller çiziyor. Rastgele, itinasız.  Nihayet aklının ve ruhunun didikleneceği koltuğa çağrıldığında, terapist pozu veren adam Nick Cave’e, seni en çok korkutan şey nedir, diye soruyor. Üstünkörü bir cevapla geçiştirmiyor onu; bekliyor, düşünüyor, sol tarafına bakıyor, belki de oyalanıyor. Sonra, belleğimi yitirmek sanırım, diyor. Gerçekten de bundan endişeleniyor gibi. Cave, var olmayı mümkün kılan elementin bellek olduğunu düşünüyor: bir annenin rahminden uzanan göbek bağı gibi sadık ve seni sen yapan ya da bir insana yakın tutan yaşamsal bağ benzeri!

Dedim ya, “20.000 Days on Earth” bir günlüğün sayfalarını karıştırmaya benziyor. Amaç: yaşamındaki yirmi bininci günün öncesindeki hatıraları biraz elden geçirip eğlenmek belki. Kesilmiş bir ağacın yaşını tahmin edebilmek için yıllık halkalara bakmak gibi, geçmişin törpülerini göz önüne serdikten sonra, Cave’in o anıyı anlamlandırıp açıklamasını bekliyorsun. İşte bu yüzden belleğin önemi büyük. İnsan olmaktan vazgeçmeden önceki yıllara dönebilmek için elzem bir anlamda.


Öyleyse bellek, içinde turist dolaştıran bir gezi treninin demir yolu hattına benzetilebilir sanırım. Evet, kötü bir benzetme olmadı bu. Yo, sanırım enteresan bir benzetme oldu. Biraz korkutucu da üstelik… Endişe verici: gezi treni ve içindeki insanlar; senin içini gezip-tozan bir kalabalık!

(kollarımın arasındaki ipliği, beynimin merkezinde bir yerde duran yumağa sarmaya başladım bile!)  
 
Diğer yandan,   

Herkes bilir ki, eğer bir günlüğün varsa ve sayfalar dolusu boku püsürü içine dolduruyorsan mutlaka birkaç sayfayı yırtıp çıkarırsın içinden. Orada bulunmasından hoşlanmadığın için değil; bir gezinti yaptığında o sayfaları dolduran bokun üzerine tekrar basmamak için. Cave dünya üzerindeki yirmi bininci gününü bitirdikten sonra bu sanal günlüğün akıp giden sayfalarından muhtemelen onlarcasını yırtıp çıkarmak istemiştir. Yapmak için çok güçlü bir gerekçesi de var. Ben bundan söz etmeyeceğim.

Onun güçlü bir şarkı sözü yazarı olduğunu biliyorsundur ya da duymuşsundur, belki birkaç şarkısı kulağına da çalınmıştır.

Şair ve ozan.      

Nick Cave, yazdığı şarkılarında kendisine bir dünya yarattığını dürüstçe itiraf ediyor. Her sözcük, her mısra o dünyaya ait ve ona hizmet ediyor. Kendi dünyasının tanrısı ve aynı zamanda o dünyayı yozlaştırmaya, bozmaya hatta sabote etmeye uğraşan şeytanı! Her şeyi sözcüklerin belirlediği böyle bir dünyayı yaratabilmek, onun nazarında, biraz tekrara girecek biliyorum ama yazmak zorundayım, ancak korunabilmiş bir belleğin iştah kabartan tazeliğiyle mümkün olabilirmiş gibi. Net bir ifadeyle böyle söylemiyor ama ima ettiği şey bu sanki.

Onu haklı buluyorum. Galiba.

Neden galiba, onu bilmiyorum. Bilmiyorum çünkü biraz önce sarmaya başladığım o iplikler, beynimde, çoktan bir yumağa dönüştü bile, o yumağın uzun tırnakları da var ve kafatasımın iç duvarlarını gacır-gıcır  tırmalamaya başladı; kelimeleri kusmamı engelleyen bir tıkaç ya da tuvalet giderini tıkayan kıl yumağı gibi zihnime çöreklenmiş, mantığım paranoyayı, “Selamsız Bandosu” gibi gelip geçmekte olan ekspres treni karşılamaya yeltenen safça bir becerisizlikte, kırmızı halı serme koşuşturmasına eşlik eden yapmacık bir coşku içinde, kabul etmeye hazırlanıyor!  

Yahu başka insanlarla bir gezi trenine binip de kendi belleğinde dolaşmayı kim ister ki, Allah aşkına!

Korkunç bir tahayyül!

Yani, anlatabiliyor muyum? Kafanda canlandırmaya çalışsana biraz.

Tren yanaştığı duraklarda bir mola verdiğinde, bir sürü kaçık-manyak bellek turisti, kapıya hücum edip ya uyuşan bacaklarını açmak isteyecek ya da patlamak üzere olan sidik torbalarını boşaltabilmek için birbirlerini çiğneyecek. Çiğnesinler, hiç sorun değil. Ya inerlerse! Haydi, indiler diyelim. Fazla sıkmaktan hararet yapmış, fışkırttıkça üzerinden buhar tüten idrarlarını, senin geçmişinin hangi köşelerine salacaklar. Kafanda var mı bunun için uygun bir yer. Geçmiş zamanlarında, belleğinin duvar bitişiklerine pisuar yaptırmayı, bugünlerin de geleceğini farz ederek, akıl edebilmiş miydin? Muhtemelen hayır. Öyleyse hazırlıklı olmalısın. Yirmili yaşlarının uçarı anılarını kapsayan tüm duraklar ve onun rengârenk peronları keskin ve kesif sidik kokuları ile artık çeşnilendirilmiştir ki bu problemin sadece küçük olan kısmı. Büyüğünü ise geçmişinde hali hazırda sen yapmışsın o peronun ücra köşelerine.    

Pekâlâ, beni endişelendiren – deli gibi ürküten!- kısmı geçelim ve fazla üzerinde durmayalım. Aşağıdan çok üfürüyor. Marilyn Monroe’yu o uçuşan eteğiyle bu yerin tam üstünde hayal ederim ben bir ara; sen şöyle kenara gel. Meraklanma, anlık bir paranoya boşaltımı sadece. İyiyim-iyiyim. Bazen gerekiyor işte. Duygularının arazözü olup ara sıra sulama yapmak yanlış bir şey değil. Demek istediğimi anladın sen.

Filme dönersek (ya da günlüğe), yalnızken çoğunlukla kafasının içine sığınan Cave’i kendisiyle didişirken de görüyorsun. Meselâ arabasında tek başına eve ya da stüdyoya sürerken, yakın olduğu birkaç arkadaşıyla muhabbet ettiğini hayal ediyor. O arkadaşı hemen yan koltukta bitiveriyor. Geçmiş tecrübelerden bahsediyorlar. O insanlarda kendilerini anlatıyor; hissettiklerinden, kendi geçmiş hatıralarından bahsediyorlar. Hepsi Cave’in kafasının içinde. Belki de geçmişte gerçekten yaşanan bir yolculuğun hatıraları canlanıyor Nick’in gözünde. Fakat onların itiraf ettiği bazı anlaşmazlıklar ya da sürüncemede kalmış mevzuların ortaya dökülmesi bunun bir yüzleşme olduğu intibası yaratıyor. Yani karışık ve biraz muallâk ama çok güzel.


Buna benzer bir anlatım, 2014 yapımı “Roger Waters The Wall” filminde de kullanılıyordu. O da uzak bir yere sürerken, geçmişten kalma dostlarının hayaliyle yoldaşlık yapıyor ve eski hatıraları yâd edip yolu bir anlamda çekilebilir kılıyordu.
Hatıraları imgelere dönüştürmek etkili ve hoş. Onları eski dostların bedeninde ve o insanların belleği ile birlikte kendi belleğinde imgelemek hakikaten çok yaratıcı. Müzisyenler!

Sözün özü;
Ruh hallerini kontrol edemeyen ama ruh haliyle hava durumunu kontrol edebildiğini düşünen birinin günü! Doğanın görkeminden çok korkan ve onun kendi anlatımıyla şekillendiğini söyleyen biri. İzlediğin gün Cave’in yirmi bininci günü.

Diyeceğim bu kadar.

Bu arada, demo’nun yazısını okudun mu? Külçe kadar sert yazı. Ha, spoiler yutmak umurumda değil diyorsan okumalısın ki, hiç kafana takma her hâlükârda oku; zaten her şeyin sonu aşağı-yukarı Titanic değil mi?. (tabi ki değil; kuyruklu yalan!)

Şefkatin ve nefretin dozunu, bir Beyaz Rus’un içindeki votka yoğunluğu ölçüsünde ayarlayabilen herkese daima ihtiyaç vardır.

Kompliman değil; becerebildiğim bir şey değildir zaten.

Beni daima cezbeden şey, cümlelere dökülen nefretin promili olmuştur. Kelimelerle ambalâjlayabilirsen, açtığında tadından yenmez.